Yazan Mustafa DÖNMEZ
Türkiye’nin yönetim kademesi, devlet kurumlarıyla birlikte bir bütün olarak milli bir siyaset kuramadılar. Plan ve program olmayınca tarihin önüne serdiği fırsatları dahi analiz etmekte zorlandılar. Bir koyup üç almak istediklerini söyleyen kişiler devletin en üst kademesinde Türklerin geleceğiyle oynadılar. Akşamdan sabaha değişen politikalar, ülkeyi kişiden kişiye farklı maceralı senaryolar içine düşürdü. Gerek parçalanan Yugoslavya'da çıkan savaşlar ve gerekse Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle ortaya çıkan istikrarsızlık, Özal’lı yılların Türkiye'sini Osmanlı hinterlandı üzerine aktif dış politika yapma konusunda heyecanlandırıyordu. Osmanlı hinterlandı çerçevesinde Orta Doğu'da oynamayı tasarladığı aktif rol heyecan verirken; Amerika açısından da Türkiye, Orta Doğu'ya ilaveten yeni istikrarsızlık bölgeleri olarak tanımlanan, Balkanlar ve Kafkaslar açısından jeopolitik konumu nedeniyle önemli bir ülke olarak görülüyordu.
‘Aktif dış politika’ söylemini maceracılık olarak niteleyen geleneksel dış politikayı savunma açısından muhafazakâr olarak nitelendirilebilecek kesim ise, Özal'ın ölümünden sonra Amerika tarafından yapılan yeni tehdit değerlendirmesine uyumlu bir politikayı tercih edeceğini ortaya koydu. Amerika/NATO yeni tehdit değerlendirmesine göre öncelikli tehditler, "uluslararası terörizm", "köktendincilik" ve "etnik bölgesel çatışmalar" idi.
Etnik bölgesel çatışmaların adresi olarak, Balkanlar ve Kafkaslar gösterilirken, köktendincilik ile de Orta Doğu'ya işaret edilmekteydi. Türkiye'nin Soğuk Savaş sonrasında ve Özal’lı yılların sona ermesi itibariyle izleyeceği ve İsrail ile stratejik İttifak’a vardırılan dış politika stratejisinin, Amerika tarafından yapılan bu tehdit değerlendirmesi konseptine dayandığı söylenebilir.
‘Köktendincilik’ söz konusu olunca İran'ın, PKK ve ‘terörizm’ söz konusu olunca da Irak ve Suriye'nin söz konusu edilmesiyle hem Türkiye açısından hem de her yıl ‘terörizme destek veren ülkeler listesi’ yayınlayan Amerika açısından, Türkiye İsrail ekseni gündeme geliyordu. Böylelikle Türkiye, Soğuk Savaş sonrasının yarattığı boşlukta, ilk kez Soğuk Savaş dönemi boyunca hissettiği Amerikan himayesine yeniden mazhar olmaktaydı.
Amerika’ya yaslanarak politika üreten politikacılar, bugün içinde bulunduğumuz beka tehdidinin mimarlarıdır.
Amerika/NATO’nun Türkiye’ye biçtiği rolün dışına çıkmayı düşünmek hükümet değişikliğini getirebilir. Yıllarca bu eksende körü körüne içine daldığımız politikalar bugün içine düştüğümüz koşulları bize dayatıyor.
Soğuk savaş yıllarında Amerika/NATO; Ortadoğu’da sorumluluğu Şah rejimindeki İran’a vermişti. Soğuk savaş sonrasında ise bu rolü İsrail’e verdi. Türkiye bunu göremedi. Kabul etmek istemiyor. Oysa Türkiye, İsrail'le geliştirdiği stratejik ilişki yüzünden karmaşık ilişki ve çatışmaların hüküm sürdüğü Orta Doğu'da kendisini jeopolitik çevresine yabancılaştıran bir süreci de başlatmış oluyordu. Sadece Orta Doğu ile ilgili değil neredeyse tüm dış politika stratejisini, İsrail’le sürdürdüğü ortak tehdit değerlendirmesi eksenine oturtan Türkiye, en göze çarpan özelliği, bölgesine yabancı bir unsur olması olan İsrail'e gittikçe benzeşmekte ve potansiyel düşmanlar edinmektedir.
Türkiye’nin başka bir temel hatası kurumların, görev bölümüne, yasalara uymaması idi. Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı döneminde 6 Kasım 1983 seçimlerinden beş gün önce, Milli Güvenlik Konseyi bir yasa çıkararak 'Cumhuriyete dönük tehdit ve tehlikeleri tespit etme' görevini MİT' e vermişti. Bu yasa Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yasası'ndan daha sonra tarihli olduğu için görev Silahlı Kuvvetlerin değil, MİT'indir. MİT, böyle bir tehdit ve tehlike görürse, bunu Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'na bildirir. Yasa ayrıca millî güvenlik politikasını hükümet belirler’ diyordu. Kısaca Genelkurmay'ın tehdit değerlendirmesi yapma yetkisi yoktu. Anlaşılması kolay ve netleştirilmiş bu yasaya kurumlar uymadı ve İsrail ile dönüşü olmayan yollara girildi.
Orta Doğu'da istikrarlı olan bir şey yoktur. Belki bu yüzden Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisinden sonra geleceklere vasiyet etti. ‘Ortadoğu bataklığına girmeyin, girerseniz çıkamazsınız’ Türkiye’ye halk canisini teslim edenler bugün onun Türkiye’nin gündemini belirlemesini istiyorlar. Şaka gibi.
NEREDEN NEREYE
Rum Yönetimi Sözcüsü Yannakis Kasulides, 23 Şubat 1996 tarihinde imzalanan ve İsrail'le Türk uçaklarının birbirlerinin hava sahasını kullanabileceklerini öngören anlaşma ile İsrail savaş uçaklarının ‘Kıbrıs hava sahasını Türkiye lehine ihlal ettiğini dünyaya duyururken Türk İsrail ittifakını, şer ittifak olarak nitelendirmişti. Hatta Güney Kıbrıs’ta Türkiye lehine casusluk yapan iki İsrail’liyi yakaladıklarını söylemişti. Oysa o günlerde İsrail el altından Türkiye'ye düşmanlık yürüten Kıbrıs Rum Yönetimi'ne silah satıyordu. Yine o günlerde Amerikan dergisi Defense News'de çıkan bir yazıda, Türkiye-İsrail arasındaki işbirliği, "Suriye, İran ve Irak’a karşı mükemmel bir ortaklık" olarak nitelendirilmekteydi. Bugün Yunanistan, Güney Kıbrıs Rumları İsrail ile Türkiye’ye karşı savunma anlaşması yaptıklarını duyurarak gözdağı vermekten çekinmiyorlar.
İsrail, Suriye rejimi çöktükten sonra Suriye’nin tüm alt yapısını yok etti. Hatta Suriye’nin Golan tepelerindeki topraklarını kendisine bağladığını açıkladı. Suriye devlet başkanı da bu işgale razı oldu ve PKK’nın türevi SDG’ye karşı savunmasızdır. İsrail’in istediği koşulları anlaşma metni olarak sanki Suriye istiyormuş gibi açıklıyor.
Türkiye bölgesinde ‘körebe’ oyunu oynarken ne yapabilir?
İsrail din devletidir. Din duygularının ve dince kutsal sayılan kavramların siyaset adına kullanılması ile din, din olmaktan çıkar. Siyasetin aracı olur. Siyaset ticarete, ticaret siyasete, din de her ikisine araç edildi mi, artık bu sömürünün sonu gelmez. Ortadoğu bataklığının düşüncelerimdeki özeti, yeri budur.
Türkiye’de yaşayanların aralarında bir sorun yoktur. Birbirleriyle evlilik dahil birçok birliktelik oluşmuştur. Sorun akçeli işlerde, kirli ittifaklarda, feodal yapılardadır. Siyasetçiler yıllarca Kürt sorunu denilen şeyi iç sorun olarak görerek yanlış politikalara girdiler. Amerika ve İsrail’e, Fransa dahil birçok Avrupa ülkelerinin bölgeye müdahalesine zemin hazırladılar. En başından sorunu bölgesel sorun olarak görüp anlayabilse ve buna göre siyaset geliştirebilseler bugün içine düşülen çıkmazlara girilmezdi. Ülkede ve bölgede sosyal ve ekonomik durum çağdaş düzeye getirilebilse durum farklı olabilecekken, feodal yapının temsilcileriyle görüşmek onlarla anlaşmak iç sorunları daha da büyütmektedir. Barzani ve Talabani gibi feodal yapılar, demokratik özerklik talep eden ayrılıkçılar bölgelerindeki menfaat yapılarını korumak isteyenlerdir. Sisteme karşı mücadeleleri dış desteği alarak devleti yıkmaya, milleti bölmeye dönüşmüştür.
Türkiye’nin bölgede yıllarca uyguladığı politikaların en büyük yanlışı ise; Türkmenleri ve Kürtleri ayrıştırma politikasıdır. Ortak hareket edeceklerine birbirine çelme attılar. Türkiye gibi, her ikisi de İsrail ve Amerika’nın kurduğu oyunların içine gönüllü düştüler. Türkiye, Türklere ve Kürtlere farkında olmadan! kötülük yapmakta ABD’nin ağzına bakmaktadır. Öte yandan Türkiye kendi merkezinde Kürtlerin ayrılıkçı taleplerini kabul eder anayasa ile oynarsa ülkenin üniter yapısı bozularak Lübnan’a benzeyecektir. Türkiye’yi bu plana itenler bugün karşımızda duran ülkelerdir. Kürtler ve Türkler büyük bir zenginliğin üzerinde oturuyor ve hakları olanı alamıyorlar. Sarhoş muhabbeti gibi dışarda Kürtleri düşman görmek, içerde kardeş muhabbeti yapmak başka nasıl izah edilebilir?
Bu satırları yazarken aklıma Ziya Paşa’nın 'Kadı ola davacı’ sözü geldi. Kadı’nın davacı ve mübaşirin de şahit olduğu bir mahkemenin verdiği hükme adaletli denir mi hiç? Demiş.
Türkiye’yi yönetenlerin içine girdikleri körebe oyununun baş ritüeli olan gözlerindeki bağı açmadan, Amerika/NATO’nun; Ortadoğu’da ‘kadı’, İsrail’in ‘mübaşir’ olduğu bir dava nasıl çözülebilir? Kim bilir belki de gö.leri açıktır. Zaten benim yazımda, gözleri yaşartan soğuk bir havada yazılmış bir pazar yazısıdır.