UĞUR MUMCU -4-

YAZARLAR

ADLİ MÜHÜRLÜ SİLAH VE CEPHANELER

Yazan Mustafa DÖNMEZ

Uğur Mumcu olayı gerçekleştiği tarihte 16 yaşında olan Özgür ve 12 yaşında olan Özge, Güldal Hanım o günden bugüne çok acı yaşadılar. Onlar her Uğur Mumcu anma toplantılarına katıldıklarında bile içlerindeki isyanı bastırmaya çalıştılar. Bunları konuşmak ve tartışmanın, onları rahatsız edeceğini de biliyorum ve bunun için kendilerinden özür diliyorum. Ancak Uğur Mumcu’nun böylesine vahşi ve insanlık dışı, ancak imha etme duygusu ile açıklanabilecek bir şekilde yitirilmesi kendi deyimleriyle, yüreğimizin derinliklerinden fışkıran isyan duygumuzu unutmamak ve unutturmamak düşüncesi ve eylemiyle dirence dönüştürmemize yol açtı. Türkiye’de öyle bir el var ki yönlendirme ustası. Gerçekleri tersine çevirme üstadı. Öte yandan yarı cahillik. İçeriden verilen destekler. Uğur Mumcu vakası, yakın geçmişte yaşananlarla birebir örtüşüyor. Şöyle ki;

Kumpas davalarından mağdur olmuş bir arkadaş benim yazılarımla ilgili kendi hesabından internet üzerinden şu açıklamayı yapıyor. ‘Dava sonuçlanmış suçlu bulunmuştur. Devleti yıpratmamalıyız.’ Bunu yazan Albay; Ergenekon ve türevi davalarda sıkça karşılaşılan, kurumlarda görev alan bazı kişilerin sapkın davranışlarını görmüyor veya muhakeme edemiyor.

Söylemime yakıcı bir örnek vereyim; Hüsnü Çalmuk adında FETÖ şakirdi hakim, Ergenekon davasında naip hakim olarak atandığı araştırma dosyasında maddi delili yok etmişti. Yanlış okumadınız. Davaya bakan hakim, maddi, nesnel bir delili yok etti. Yok ettiği delil, silahın üzerinde bulunan adli mühürdü. Suç malzemesi daha öncesi bir olayda kullanılmıştı ve üzerine adli mühür basılarak emanete kaldırılmıştı. Bu durum aynı zamanda kolluğun tuttuğu olay yeri tutanağına yazılmıştı. Yani Ergenekon cephaneliği denilen uydurma senaryoda başrol alan cephanelik, adli emanet dolabından alınarak bana yamanmış yeni bir suç varmış gibi kullanılmak isteniyordu. Şaka gibi. Peki soruyorum. Bu kumpası tek başına kim yapabilir?

Üstelik Hüsnü Çalmuk tıpkı Savcı Zekeriya Öz ve İlker Başbuğ tarafından Genelkurmayın baş hakimliğine getirilen (şu an BND’nin korumasında Almanya’da yaşıyor.) Albay Cemil Çelik gibi zeka seviyesi düşük olduğunu değerlendirdiğim biridir. Onları öne atanlar bunları bilerek yapmışlar bile olabilir. Hatta bu kumpaslarda öne çıkan ve telafisi mümkün olmayan kötü işleri yapan bu kişiler, suç işlerken, Devletin, Milletin faydasına olacağını düşünmüş bile olabilirler. Mantık ve zekaları istihbarat oyunlarındaki kullanılmaya uygundur. Şimdilik daha uyanamamış olsalar da günün birinde ‘Kandırıldım. Allah beni affetsin’ derler ise şaşırmam.

ŞEREFLİ BİR HAKİME İFTİRA ATMAK!

Sonrası daha ilginçti. İftira atılarak cezaevine konan MİT Asya bölge başkanı Kaşif Komutan önceki yazımda belirttiğim gibi oynanan oyunun ayrıntılarını, belge ve bilgilerini bana aktarmıştı. Hakkımda onlarca suç dosyası hazırlanmıştı. Naip hakim Hüsnü Çalmuk’un suç delili üzerinde araştırmasını sözde bilirkişilere dayalı düzmece rapor haline getirilmiş ve duruşmada açıklanıyordu. İtiraz ettim. O mühür, daha önce bir suç örgütünde kullanılmış ve o davada suçlananlar ile birlikte beni ‘Devrimci Karargah’ örgütü suç dosyasına eklemek istiyorlardı. Mahkeme heyetine bu mühür nerede diye sordum. Hüsnü Çalmuk, Mahkemede birden çıldırdı. Avaz avaz bağırıyordu. Şerefli bir hakime iftira atıyor diye veryansın etti. Ve mahkeme üyelerinin oy birliğiyle, ‘şerefli bir hakime mahkeme huzurunda iftira atıyor’ gerekçesiyle beni mahkemeye verdiler. Av. Celal Ülgen’in şahit olduğu bu acziyet mahkeme kayıtlarına girdi. Suçlandığım yüzü aşan davalarda olduğu gibi o hakaret davasında, Hüsnü Çalmuk’un hakim değil düzenbaz bir şakird olduğu söylemimin nedeni kumpas davalarının belki de en önemli nesnel delilinin ortadan kaldırması gerçeği olduğunu söyledim ve ilgili belgeleri, fotoğraf ve videoları önlerine koydum. Ve o ortadan kaldırılan maddi delilin dosyaya eklenmesi için bulunmasını istedim. O adli mühür ’ün hangi suç olayına karışmış kişilerin yargılanmasında kullanıldığını anlattım. Sonuçta beraat ettim ancak o adli mühür yok edildiği gibi Hüsnü Çalmuk’da hakimliğe devam etti. Ve Ergenekon mahkemesinin bizler hakkında verdiği aşağılık kararlarda onun oyu vardı. Şerefini ve onurunu kaybetmiş kişileri eleştirmek devleti veya kurumlarını kötülemek anlamına mı gelir? Ancak ülkemizdeki zihniyetin genel durumu budur. İftira atanlar sadece kolluk, istihbarat elemanları değil yargı mensupları da olayın içindelerdi.

Faili meçhullerde içine düşülen kısırdöngüler, Milletin kaderi haline getirilmemelidir. Aydınlarımızı öldürenler ve yeni Uğur Mumcuların ortaya çıkmasını engellemek isteyenlerin başarıları, devletimizin kurumlarını kötüleyerek, halkı onlara karşı güvensizliğe itmeyi de başarmalarındandır. Devletin içine sızarak faaliyet gösteren işbirlikçi şakirtler büyük planın (müesses nizamın) kuklalarıdır. Devleti daha dürüst yapmak için kurumların içine sızmış yapıların elemanlarını temizlemek için gereken yapılmalıdır. Bu siyasi cinayetleri işleyenler, aynı zamanda devletimizi yönetenleri de tehdit ediyorlar. Veya kendileri tehdit içindelermiş gibi senaryolar üreterek onları korku içine sürüklüyorlar. Yönlendirici senaryolarla yanlışlar yaptırabiliyorlar. Bu nedenlerle uyarıyorum ve dikkat çekmek istiyorum. En üst katmanda görev alan siyasetçiler basiretli ve donanımlı değilse, nice yurtsever insanlarımızın başına gelenler tekrarlanacaktır. (Örnekli, çalışma yöntemlerini bir kitap halinde sunacağım)

Devam edelim;

1- Uğur Mumcu suikastinden 10 ay önce İsrail’in Ankara Büyükelçiliğinde görevli Ehud Sadan Uğur Mumcu olayına tıpatıp benzer bir şekilde aracına konan Amerika yapımı C-4 plastik patlayıcıyla Çankaya’da öldürüldü. Yer Devletin en üst kurumlarına yakındı. Anayasa Mahkemesine 30-40 metre, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayına 30 metre. Cumhurbaşkanı köşküne 500 metre uzaklıktaydı. İran Cumhurbaşkanı, molla yönetimi anında Ehud Sadan’ın öldürülmesine sahip çıktı. Türkiye’de yönetim sessiz kalırken saldırganların ‘Türkiye Vatandaşı’ olduklarını açıkladılar. İran’ın resmi yayın organı suikastı tüm dünyaya şöyle duyurdu, ‘Bu olay Türkiye’ye verilen cezadır’ Türkiye İsrail ile olan ilişkisini elçilik düzeyine çıkardığının üzerinden 24 saat geçmeden bu saldırı yapılmıştı. İran bununla kalmayıp Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Mesut Yılmaz’ı suçladı. ‘Siyonist diplomatın öldürülmesi Ankara hükümetine uyarıdır diyerek açıktan tehdit ederken Türkiye’deki Müslümanları da isyana özendiriyor; ‘’Türk Milletinin tercihleri, Laik devletin dayattığı tercihlerden farklıdır’’ diyordu.

2- Yukarıda ki olaydan 10 gün sonra (17 Mart 1992) bu defa Arjantin’deki İsrail Büyükelçiliğe saldırı oldu. İran yönetimi tarafından anında kabul edildi. Hatta İran molla yönetiminin gizli istihbarat örgütü VEVAK’ın sözcüsü; ‘Tevhid’ örgütü; sonra ki yapılacak kanlı eylemleri önceden bildiriyordu. ‘Siyonist hedeflere çok daha büyük darbe indirileceğini açıklıyordu.

3- Azeri Türklerinden İranlı Ali Ekber Gorbani VEVAK tarafından İstanbul’daki evinden alınarak ve işkence edilerek öldürülmüş, Çınarcık yanındaki kavşağın ötesindeki ağaçlandırma bölgesine bir çukur kazıp üstü toprakla örtülmüştü. Gorbani Türk Milliyetçisiydi ve İran’da Laik ve çoğulcu bir demokrasi için çalışan ve Humeyni zamanında Türkiye’ye sığınan biriydi. Eşi Cemile İslami Türkiye’den ve Uluslararası af örgütünden yardım istedi. Türkiye sessiz kalırken Uluslararası Af Örgütü Türkiye İç İşleri Bakanlığından güpegündüz evinden kaçırılan Gorbani’nin bulunmasını istedi. Uyarılar boşunaydı. Altı gün sonra Türkiye’ye sığınan başka bir İranlı Türk Ali Ekber Nasır’ın cansız bedeni İstanbul Bağlarbaşı’nda bir ağaca boynundan asılı bulunmuştu. İran gizli servisi VEVAK’ın Türkiye’de öldürdüğü çoğunluğu Genellikle Türk olan muhaliflerin tırnaklarını söktükleri, cinsel organlarını kestikleri, vücutları parçalandığı, organlarının çıkarıldığı görüldü.

4- VEVAK Türkiye’deki eylemlerini açıktan yaptı. Başka bir yakıcı eylemi, İstanbul Hukuk Fakültesinde yaptıkları eylemdi. Humeyni’nin büyük bir posterini İstanbul Hukuk Fakültesine asmışlar ve altına ‘zulüm üzerine kurulu sarayların yerle bir olması ve ömür yıldızlarının batması için imamın yolunu sürdüreceğiz’ Yani; İnsanlarımızı öldürüleceğini duyuruyorlardı.

5- Tevhid Örgütü Türkiye’de ‘Kemalizm’in Sorgulanması’ kampanyası açtı. Toplantıya, İsmail Beşikçi, Yusuf Serhat Bucak, Yalçın Küçük, Ertuğrul Kürkçü ve Faik Bulut katıldı. Hatta ‘Kemalist tağuti sisteme’ karşı fiili mücadele etmek isteyenlerin önünü açan ve tevhitçilerin nabzına uygun sözler eden Yalçın Küçük o gün şöyle konuşmuştu. ‘ABD’yi ve Türkiye’yi yönetenlerin en büyük korkusu, Humeyni türü bir İslam anlayışıdır. Humeyni türü İslam devrimi, ABD ve T.C.nin korkulu rüyasıdır. Mustafa Kemal’de radikal olmayan bir muhafazakardır. Abdullah Öcalan kardeşimin belirttiği üzere sadece ihtilalci olmayan ittihatçıdır. Fırsatlardan yararlanmayı düşünen ikinci, üçüncü sınıf bir ittihatçıdır.’ Faik Bulut; ‘Kemalizm burada artık resmen iflas ediyor’’, Ertuğrul Kürkçü ODTÜ’de öğrenciyken Dev Genç başkanıydı. Şimdi Tevhid ve Faik Bulut ile aynı düşüncedeydi. ‘Kemalizm miadını doldurmuştur.’ Yusuf Serhat Bucak ise noktayı koymuştu. Atatürk’ün Hitler ve Mussolini’den farklı olmadığını belirtiyordu. Faşist ilan ediyordu.

6- Uğur Mumcu cinayetinden yalnızca üç gün sonra Jak Kamhi’ye suikast düzenlendi. Tesadüfen başarısız oldular. İran yanlısı değişim dergisi; Jak Kamhi’nin İsrail’in gayri resmi elçisi olduğunu, T.C vatandaşlarının başarısızda olsa da bu silahlı saldırıdan ders almaları gerektiğini belirtmişti.

7- Öte yandan, Humeyni’nin yol arkadaşı, İran’da İslam fedaileri Örgütünü kuran İhvancı, Nevvab Safevi’nin şöyle bir şiiri vardır. ‘’Diyorlar ki, ‘Yalan söyleme/Allah’ın isteğini yerine getirirken ilke değişir/Güçlüklerle karşılaştığımızda, düşmanı yanıltmak gerektiğinde kendimizi koruyalım diye/ Allah insanoğluna yalan söylemeyi öğretti. /Yenilme ve inancımızı tehlikeye atma pahasına doğruluğa bağlı mı kalmalıyız? / Biz hayır diyoruz.’’

8- Belki en ilginç nesnel veriyi sona bıraktım. İran bağlantılı faaliyet gösteren Selam/Tevhid dosyası araştırılmaya başlandığında tüm yolların ABD ve İsrail’e çıktığı görüldü. Ve araştırma sonlandırıldı. O dönem yazılara, milletvekili konuşmalarına bakılırsa durum daha net görülebilir. Bugün gelinen noktada İsrail bağlantılı casusluk faaliyetlerine tarihimizde ilk defa operasyon yapılıyor. Bir sonra ki adım CIA ve MI6 ile bağlantıda olanlar olmalıdır. CHABAD’ın Türkiye’deki gizli eli kırılmalıdır.

Yukarıda ki sıralanan bilgileri şu düşüncemi desteklemek için yazdım; İran molla yönetiminin o dönem hiçbir şeyden korkusu yoktu. Onlara bağlı terör örgütleri Türkiye’deki faaliyetlerinin çoğu açıktan yürütülen faaliyetlerdi. İran bağlantılı örgütler ve molla rejimi Uğur Mumcu Suikastını sahiplenmediler. Kendilerine atılmış bir iftira olarak gördüler. Gerçekten de Uğur Mumcu’nun kardeşinin açıklaması gibi Uğur Mumcu’nun İran konusunda bir tek yazısı vardı. (‘halkın gücü’ Cumhuriyet Gazetesi 14.2. 1979)

Uğur Mumcu bugünde insanların ağzına almaktan çekindiği başka bir gerçeği dillendiriyordu. ‘’Türkiye’de kaba ve ilkel din sömürüsü, kendilerine Marksist etiketini yapıştıran Türk ve Kürt aydınlarınca da görmezlikten geliniyor. Prof. Muammer Aksoy, Doç. Bahriye Üçok, gazeteci Çetin Emeç ve yazar Turan Dursun gibi aydınların canlarını alan İslamcı terör…’’ den bahsediyordu. Bunların arkasındaki istihbaratları sıralıyordu.

İstihbarat eğitiminde sıkça tekrarlanan ve adeta bir yasa gibi kullanılan iki söz vardır. ‘’Güvensizlik emniyetin anasıdır’’ ve ‘’ Gizlilik her vakit saklamakla değil, fakat her vakit başka biçimde, başka kılıkta, yanlış göstermekle (tahrif ile) muhafaza edilebilir. Uğur Mumcu davasında yönlendirme ve tahrif olduğunu düşünüyorum. Bu nedenlerle, Uğur Mumcu’nun davasına yeniden bakılmalıdır. Ve son olarak Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı, onu geri dönüşü olmayan yola sokan bir yazısı ve sonrasında yaşanan garip, akıl almaz olaylar ve ihmaller dizisi. Bir sonra ki yazıda yorumlayacağım.

Devam edecek

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.